Türkiye siyasetinde, bir siyasi grubun veya bir siyasi düşüncenin kendisinin tanımlamasından ve açıklamasından çok karşıt pozisyonda olanların, o grup veya düşünce için yaptığı tanımlamalar önem kazanmaktadır. Toplumun önemli bir kısmı için Sosyalistin kendisini tanımlamasından çok, karşıtlarının Sosyalist için biçtiği kalıp ve şablon önem kazanmaktadır. Bu şekilde de kendisini tanımlamaktan çok, rakibini tanımlama çabası üzerine gelişen bir siyaset retoriğine sahip oluyoruz.
Siyasi gruplar kendi düşünce ve fikirlerine odaklanmaktan çok karşıt grupları tanımlama ve analiz etmeye odaklandığı için de siyasette, bilinçli ya da bilinçsiz bir şekilde ötekileştiren bir dile sahip oluyor. Hatta zaman zaman bu dil bir nefret söylemine kadar kayabiliyor. Bu siyasi retoriğin üstüne bir de devletin makbul saydığı veya tehdit gördüğü gruplara ilişkin ön kabulleri eklenince, Türk siyasetinde verilen beyanatlar veya açıklamalar bir ön yargılar külliyatına dönüşüyor.
Türk devletinin Tarihsel arka planına bakıldığında, İttihat Terakkiden itibaren, belki biraz daha erken olmak ile birlikte ¨zararlı siyasi fikirler¨ tanımlaması, ihtiyaca binaen ve çokça yapılmaktadır. Zamanının ruhuna uygun olarak, otokratik tüm rejimlerde tarihsel kaderin bir cilvesi olarak bu şekilde ¨zararlı¨ fikri akımları tanımlandığını görmek çok da yadırgatıcı olmasa gerek. Ne var ki, Türk devleti ve Türk toplumu, bu ¨zararlı¨ akımları ve fikirleri takip ve teşhis etmeye, dozu düşmüşte olsa, halen devam etmektedir.
Empati ya da diğer adıyla duygudaşlık; bir başkasının duygularını, içinde bulunduğu durum veya davranışlarındaki motivasyonu anlamak ve içselleştirmek anlamına gelir. Kendi duygularını başka nesnelere yansıtmak olarak da kullanılır.
Devletin kendi duygu düzleminde ¨üvey evlat¨, ¨ayrıcalıklı yurttaş¨ belirleme kabiliyeti, yadırganmayacak bir şekilde siyasete ve toplumada sirayet ediyor. Empati konusunda refleksleri zayıf bir toplum olmamıza rağmen, devletin bu ¨zararlı grup¨ tanımlamasına anında bir duygudaşlık geliştirmemiz ise sosyolojik açıdan derinlemesine analiz edilmesi gereken bir alan olarak karşımızda duruyor.
Karşıtı tanımlama ve onu analiz etme üzerine kurgulanan siyaset tarzında ise siyasetçi kendisi ile hem hal olmaya zaman bulamıyor. Rakibi takip etmekten, ona laf yetiştirmekten, onu kötülemekten gerçek gündemini bir türlü bulamayan bir siyaset tarzıyla da ülke kısır gündemler etrafında bir fasit daire içinde sıkışıp kalıyor.
Günümüz de ideolojilerin sonlandığı iddası sıklıkla dile getirilmektedir. İdeolojinin siyasetin ana belirleyicisi olmadığında dolayı da bu ön yargı meselesinin kendiliğinden çözümleneceğini dile getirmek mümkün olabilir. Peki, gerçekten de ideolojiler sona erdi mi ? İdeolojilerin altın çağında olmadığımız aşikar ancak insanların idealize edilmiş bir fikre ihtiyaç duymayacaklarını iddia etmek, çok fazla iddialı değil mi? Evet günümüzde klasik ideolojilerin etkisini, anlamını yitirdiğini söylemek mümkündür. Ancak idealleri olmayan bir kuşak, bir çağ var demek ne kadar doğrudur? Gerçekten de idealleri olmayan bir gençlik mi var ? Durum buysa o zaman insanlık için umutlu olmakta biraz zor değil mi ?
Yeni idealleri bulmak, onları toplumsal bir hedef haline getirmekte siyasetin görevleri arasında yer almalıdır. Aksi durumda yaşam enerjisini fazlasıyla yitirmiş, nihlist bir toplumla yüz yüze kalmak kaçınılmaz olacaktır. Tüm bu riskleri bertaraf etmek ise ön yargılardan arınmış, rakibini veya karşıt toplumsal kesimi ötekileştirmeden, kendi ideallerini arayan, onları inşa eden ve rakibinden çok kendisini tanımlama gayretinde olan yeni bir siyaset ile mümkün olabilir.