İttihat Terakki’nin Mirası

0
242

“Geçmiş, geIeceğin maIzemesidir.”

Cemil Meriç

Millet kavramının tanımını yapmak kadar, ne zaman ve ne şekilde ortaya çıktığını belirlemekte tarihçiler için ciddi zorluklar içermektedir. Ne var ki, günümüzde anladığımız şekliyle; Millet ya da Ulus tanımı; “Çoğunlukla aynı topraklar üzerinde yaşayan, aralarında dil, tarih, ülkü, duygu, gelenek ve görenek birliği olan insanların oluşturduğu topluluk.” olarak yapılmıştır. Söz konusu tanımın 1789 Fransız İhtilali sonrası ortaya çıktığında çoğu tarihçi hem fikirdir.

Fransız ihtilali sonrası başlayan fikri akımlar imparatorluklar için sonun başlangıcı olmuştur. Bu fikri akımlardan tüm imparatorluklar gibi Osmanlı imparatorluğu da kaçınılmaz olarak etkilenmiştir. Bünyesinde bulunan çok dilli ve kültürlü yapıyı bir arada tutmak gayreti ile öncelikle “Osmanlıcılık” fikri ortaya atılmıştır. Gayrimüslim grupların imparatorluktan ayrılma sürecinin önüne bu yaklaşım ile geçilemeyince, bu sefer Hilafet makamının gücü kullanılarak İslam birliği fikri geliştirilmiştir. Özellikle II. Abdülhamit tarafından Osmanlının birliği ve dış güçlerin müdahalelerinin önüne geçmek için kullanılan bu yaklaşımda, Rusların Kafkas, İngilizlerin de Hint Müslümanları üzerindeki etkinliği ile akim kalmıştır.

II. Abdülhamit

Fransız ihtilalinin sonrasında gelişen ulus devlet kavramı ve bağımsızlık hareketleri, Osmanlı topraklarındaki etkinliği arttıkça Türk milliyetçiliğine dayalı fikri akımlar ön almış ve etkinlik kazanmıştır. Osmanlı’da “Turancılık” veya “Türkçülük” olarak adlandırılan bu fikri akımın en ateşli savunucusu II. Abdülhamit’ı iktidardan uzaklaştırmak ve meşrutiyeti ilân etmek amacı ile 21 Mayıs 1889 da Tıp Mektebi talebeleri tarafından “İttihad-ı Osmani Cemiyeti”adıyla kurulan İttihat ve Terakkidir.

Bu gizli yapılanma, 19 yıl yer altında bir gizli teşkilat olarak faaliyet gösterdikten sonra 1908 yılında II. Meşrutiyetin ilanı ile resmi bir siyasi yapılanma halini almıştır. II. Abdülhamit’i “despot ve baskıcı yönetim tarzı” nedeniyle iktidardan indirme amacıyla kurulan bu örgütün, 23 Ocak 1913 yılında gerçekleşen Babı-Ali baskını ile despotik bir parti rejimine geçmesi ise tarihin yaman bir çelişkisidir.

Osmanlı İmparatorluğunun tarihin olan seyri içinde, tarih sahnesinden çekilmesi kaçınılmaz olarak düşünülebilirse de İttihat Terakki troykasının devlet yönetiminde liyakatı ikinci plana alarak, salt partiye sadakati öne alan tasarrufları sonucu bu sürecin hızlandırdığını söylemek yanlış olmaz. Özellikle ordu içinde partiye bağlı olmayanların terfilerinin engellenmesi veya tasfiye edilmesi sonucunda Balkan Savaşlarında büyük bir hezimet yaşanmış ve ordu siyasallaşmıştır.

Özelikle İmparatorluklar çağını sona erdiren I. Dünya Savaşı sonrasında bir çok ulus devlet ortaya çıkmıştır. Savaş sonrasında; Avusturya-Macaristan, Osmanlı ve Rus İmparatorlukları dağılmış ve bu imparatorlukların içinden irili ufaklı olarak bir çok yeni devlet ortaya çıkmıştır. Bu yeni devletlerden bir tanesi de Türkiye Cumhuriyetidir.

Türkiye Cumhuriyeti; kurulduğu coğrafya, kurucu elitleri ve kurumsal hafızası ile Osmanlı İmparatorluğunun doğal varisi konumundadır. Türkiye’nin kurucu babaları veya kurucu elitleri Osmanlının sivil ve asker bürokratları arasından çıkmışlardır. Bunun doğal sonucu olarak, bu sivil ve asker bürokratların çoğu gençlik yıllarını İttihat ve Terakkinin üyesi olarak geçirmişlerdir. Bu kurucu babaların, gençlik yıllarında içinde bulundukları bu örgütün komitacı ve gizli örgütlenme geçmişinden etkilenmemiş olmalarını düşünmek mümkün değildir. Bu nedenle, Türkiye devletinin bugün yasadığı birçok meselede İttihat Terakkinin gölgesini daha doğrusu “kötü mirasının” izlerini görmek mümkündür.

Kara Kemal

İttihat Terakki’nin iktidarda olduğu dönemde iaşe nazırı olan Kara Kemal Bey’in milli burjuva ve sermaye yaratma çabaları neticesinde, kamu ve devlet kaynakları ile beşlenen haksız ve yolsuz bir ekonomik zümre ortaya çıkmıştır. Günümüzde hala kolaycılığa alışık yerli sermayenin, gayri ekonomik yöntemler ile desteklenme çaba ve gayretleri hep bu sakat yaklaşımın devamı olmuştur.

Yüzyıllar süren toprak kayıpları ve çözülme sürecinin yarattığı travma ile genç Türkiye devletinin hep bir bölünme kaygısı içinde olması bir noktaya kadar makul karşılanırsa bile, Türk siyasetçisinin kendisine rakip olan herkesi “hain” olarak yaftalaması ve tüm muhalifleri “dış destekli ajanlar” olarak adlandırılması, hep bu sorunlu geçmişin tezahürlerindendir. Hukuk devleti ile bağdaşmayacak sistematik fişlemeler, işkenceler ve Türk Ordusunun kendisini kurucu iktidarın doğal varisi olarak görerek siyasete müdahaleyi olağan sayması hep devletin kuruluşunda genetik kodlarına işleyen bu kötü mirasın sonucudur.

Türkiye’de İttihat ve Terakkinin bu kötü mirası devlete o derece sirayet etmiştir ki, devletin bu sorunlu uygulamalarını değiştirme iddiası ile iktidara gelen tüm siyasi yapılar ve siyasetçiler zaman içinde devlet aygıtının bu yapısına yenik düşmekte ve onu kullanma eğilimine girmektedir. Esasında devletin bu sorunlu mirastan kurtarılması konusunda toplumda büyük bir talebin varlığı ortadadır. Bunun gerçekleştirilmesi ancak özgürlükleri yücelten, yurttaşına güvenen, polemikten uzak duran ve geçmişin hayaletleri yerine geleceğin umutlarına kafa yoran yeni bir siyasetin inşası ile mümkündür.

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz